Dünden bugüne Kıbrıs ve Kıbrıs sorunu hakkında. Kıbrıs’ın jeopolitik ve stratejik konumu, Kıbrıs’ın kısa tarihçesi, Kıbrıs’ın Osmanlı İmparatorluğu idaresine geçişi, İngiltere’nin Kıbrıs’a girişi ve Adayı ilhak edişi, Zürih ve Londra Antlaşmaları, Akritas Planı, Nikos Sampson iktidarı ve Barış Harekâtı’nın başlaması, Cenevre Görüşmeleri, Kıbrıs Federe Türk Devleti, KKTC’nin ilanından önceki durum, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanı, Türkiye ve KKTC’nin ilişkileri, Kıbrıs ve AB ile ilgili gelişmeler, Annan Planı ayrıntılı olarak ele alınarak Kıbrıs sorunuyla ilgili bir değerlendirme ile araştırma tamamlanmıştır.
Kıbrıs’ın Jeopolitik ve Stratejik Konumu
Kıbrıs, jeopolitik incelemeler sonunda Anadolu’nun bir parçası olduğu saptanmış, Akdeniz’deki 5 büyük adadan biridir. Türkiye’den 40 mil, Yunanistan’dan 570 mil uzaklıkta bulunan ada, Asya-Avrupa ve Afrika kıtalarını birbirine bağlayan merkezi bir konumdadır. ilkçağlardan günümüze kadar Kıbrıs halkı hep Anadolu’ya hâkim olan uluslarla ortak bir yönetim altında yaşamıştır. Ada hiçbir zaman Yunanlılara ait olmamıştır. Kıbrıslı Rumlar, sadece dil ve din birlikteliğine dayanarak kendilerini Yunan saymaktadır.

Kıbrıs adası, jeopolitik ve stratejik konumu nedeni ile Doğu Akdeniz’de bir kilit noktası haline gelmiştir. Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’i, Süveyş Kanalı’nı, bu bölgeden geçen bütün deniz ve havayollarını, Kızıl Deniz ile Pers Körfezi’nin tamamını kontrol edebilecek bir konumdadır. Türkiye’nin Güneydoğu sahillerine yakınlığı nedeni ile ülkemiz için ayrı bir değer taşıyan Kıbrıs’ın stratejik önemi, son yıllarda özellikle Körfez ve Irak savaşıyla daha da artmıştır. Kıbrıs’ta üslenecek yabancı güçlerin Türkiye’nin tüm Akdeniz sahillerini kontrol altında tutabileceği tehlikesi, Anavatan tarafından her zaman göz önünde tutulmuş ve bu yönde gerekli tedbirler alınmıştır.

Kıbrıs’ın Kısa Tarihçesi
Adadaki ilk medeniyet kalıntılarının Hititlerin adaya hâkim olduğu M.Ö. 15. yüzyıla ait olduğu tespit edilmiştir. Hitit egemenliği M.Ö. 1450’de Mısırlılara geçmiş ve Mısırlılar Kıbrıs’ta M.Ö.450 yılına kadar egemen olmuşlardır. M.Ö. 1320’de ada bir süre tekrar Hitit egemenliği altına girmiştir. Daha sonra sırasıyla Finike, Asur, sonra tekrar Mısır, Pers, Photome, Roma ve Bizans imparatorlukları ada üzerinde egemenlik kurmuşlardır.
M.S. 395 yılında Roma’nın doğu ve batı olarak ikiye ayrılmasıyla birlikte ada da Bizans egemenliği altına girmiştir. M.S.638 yılında islam komutanlarından Ebubekir’in Kıbrıs’a çıkmasıyla adanın stratejik önemdeki kısımları Müslümanların eline geçmiştir. M.S.647’de Halife Osman zamanında da bütün ada islam egemenliği altına girmiştir. Kıbrıs’taki islam egemenliği, Bizans imparatoru Nıkepheros Phossas’ın 964 yılında adayı yeniden ele geçirmesiyle sona ermiştir. Kıbrıs, 1191 yılında kısa bir süre ingiltere Kralı Aslan Yürekli Richard’ın, 1192’de yine çok kısa süre, Templer Şövalyeleri’nin egemenliği altına girdi. 1192-1489 yılları arasında da Lusignanların yönetimi altında kalan ada, 1425 ve 1426 yıllarında Memlûklerin saldırısına uğradı. Kısa bir süre Ceneviz egemenliği altında kaldıktan sonra Memlûklerin sürekli saldırıları sonucunda yıkılan Lusignanların yerini Venedikliler aldı. Venediklerin Kıbrıs’ta egemen olmalarıyla birlikte ada sahillerinde sık sık Osmanlı akıncıları görülmeye başladı.

Kıbrıs’ın Osmanlı İmparatorluğu İdaresine Geçişi (1571)
Kıbrıs, 1571’den 1878’e kadar 308 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmıştır. Kıbrıs’ın Osmanlı imparatorluğu’na katılması, imparatorluğun siyasi, dini ve ekonomik çıkarları bakımından büyük önem taşıyordu. Venediklilerin adada üslenen korsanları, İskenderiye-İstanbul arasındaki ulaşımı güçleştiriyor ve Türk deniz ticaretine büyük zararlar veriyorlardı.
Bu nedenle Osmanlı imparatorluğu adaya sefer düzenleyerek, 1571 yılında adayı hâkimiyeti altına almıştır. Venedikliler Osmanlılar ile bir antlaşma imzalayarak, Kıbrıs üzerindeki bütün haklarından vazgeçtiklerini beyan etmişlerdir.
Osmanlı idaresi altında ada halkı huzura kavuşmuş ve adil Türk yönetimi sayesinde çeşitli haklar elde etmiştir. Osmanlıların idaresi altında Hıristiyan toplumuna da geniş özgürlükler verilmiş, kapanan Ortodoks kiliseleri tekrar açılarak Başpiskoposun yetkileri genişletilmiştir. Başpiskopos hem ruhani lider hem de Rumların siyasal ve ulusal temsilcisi olarak kabul edilmiştir. Osmanlılar sayesinde Rumlar toplumsal ve kültürel alanlarda her türlü özgürlüğe sahip, kuvvetli bir toplum haline gelmişlerdir.

Adada Osmanlı imparatorluğu’nun idari yapılanmasına uygun bir idari sistem kurulmuş, Lefkoşa merkez olmak üzere Kıbrıs bir beylerbeylik şeklinde İstanbul’a bağlanarak ada 16 kazaya ayrılmıştır. Bu dönemde ada halkının yüzde 60’ını Türkler oluşturuyordu. Topraklarının da yüzde 70’i Türklere aitti. Ada ile imparatorluğun bağları güçlenince Anadolu’dan adaya göçler çoğalmış ve buradaki Türk köylerinin sayısı da artmıştır. Lefkoşa, Magosa, Girne ve Baf, gerçek birer Türk şehir ve kasabası halini almıştır. Zaman zaman ada nüfus dengesinde bazı değişiklikler olmuşsa da Türkler sahip oldukları toprak miktarı, nüfusu ve kültürel kuruluşlarıyla hiçbir zaman azınlık durumuna düşmemişlerdir. Osmanlı imparatorluğu, fethettiği bütün ülkelere olduğu gibi Kıbrıs’a da sosyal ve kültürel hizmetler götürmüş ve sayısız eserler bırakmıştır.
İngiltere’nin Kıbrıs’a Girişi ve Adayı İlhak Edişi (1878)
Osmanlı imparatorluğu’nun 1877-78 Rus savaşından yenik çıkması ve 3 Mart 1878’de Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması’nı imzalaması, Balkanlarda ve Doğu Anadolu’da büyük toprak kaybına uğramamıza sebep oldu. Bu antlaşma Kıbrıs için de karanlık geleceğin başlangıcıydı. Büyük toprak parçalarının Türk yönetiminden ayrılarak Rusya’ya geçmesini kendi çıkarları için uygun görmeyen ingiltere, Türklere yardım vaadiyle Berlin Kongresi’nin toplanmasını sağladı. Diğer Avrupa devletleri de Rusya’nın Akdeniz ve Hindistan yolunu kontrol altına almasını önlemek amacıyla Berlin Kongresi’ne sıcak baktılar. Avrupa devletleri Rusya’nın elde ettiği yeni gücü dengelemek üzere Ayastefanos Anlaşması’nın değiştirilmesinden ve Kıbrıs’ın ingiltere’ye bırakılmasından yana tutum sergiledi. ingiltere’nin amacı, sömürgelerini korumak ve Akdeniz’de önemli bir stratejik nokta olan Kıbrıs’ı ele geçirmekti. 4 Haziran 1878’de ingiltere ve Osmanlılar bir ortak savunma antlaşması imzaladılar. 1 Temmuz 1878’de ek sözleşme ile hukuken Osmanlı imparatorluğuna bağlı olmak kaydıyla Kıbrıs’ın idaresi geçici olarak ingiltere’ye bırakıldı. 12 Temmuz 1878’de ada, ingilizler tarafından fiilen işgal edildi.
Osmanlı Devleti’nin 1914’te ittifak Devletleri safında I. Dünya Savaşı’na girmesinden yararlanan ingiltere, 5 Kasım 1914’te bir açıklama yaparak “4 Haziran 1878” antlaşmasının hükümsüz olduğunu ve Kıbrıs Adası’nın ingiltere’ye ilhak edildiğini ilan etti. ingiltere’nin antlaşmayı tek taraflı hükümsüz sayması ve adayı ilhak etmesi, Türk halkı tarafından tepkiyle karşılandı. ingiltere’nin tepkilerine aldırmadığı Adalı Türkler için kısa bir zaman sonra hayat koşulları da ağırlaşacaktı.
İngiliz sömürge yönetimi hemen bütün Kıbrıs doğumluların ingiliz tabiiyetine geçtiğini açıkladı ve Anadolu’dan gelenlerin de adayı terk etmesini istedi. Bu karar doğrultusunda hem Anadolu’dan gelen, hem de Kıbrıs’ta doğan yüzlerce Türk, adayı terk etmeye başladı. Alınan yeni bir kararla adada kalan Türk göçmenler de ingiliz tabiiyetine geçirildi. ingiltere’nin bu hukuk dışı davranışı ne yazık ki, 1923’te Lozan Antlaşması’nın 16. ve 20. maddeleri ile Türkiye tarafından tanınmak zorunda kaldı.
İngiltere, 1925 yılından itibaren Kıbrıs’a resmen sömürge statüsü uygulamaya başlamıştı. ingiliz yönetimi Kıbrıs Türk halkına ekonomik, siyasal ve kültürel açılardan sürekli baskı yaparken, Rumların ve Rum Ortodoks Kilisesi’nin gelişmesine türlü olanaklar tanımıştır. Adada kalan Kıbrıs Türkleri, kimliklerini ve varlıklarını korumak için direnişe geçerek, Atatürk devrimlerinin takipçisi ve uygulayıcısı oldular. Kıbrıs Türkleri 1942’den sonra ciddi bir örgütlenme çalışması içine girmeye başladılar. Adadaki Türkler, Atatürk devrimlerini takip ve uygulamada ingilizlerin büyük engellemeleriyle karşılaşmışlardır. Bunun somut örneklerinden biri 1925 yılında yaşanmıştır. Atatürk’ün 1925 yılı Ağustos ayında Kastamonu’ya şapka ile girmesi ve büyük bir ilgiyle karşılanması, kısa bir zaman içinde Kıbrıs’ta da duyulmuştu. Bunun üzerine Kıbrıslı Türk erkekler şapka giymeye, özellikle şehirdeki kadınlar da kısa sürede çarşaf giymekten vazgeçerek, medeni kıyafetlerle dolaşmaya başlamıştı. ingiliz sömürge yönetimi Kıbrıs Türklerinin medeniyet yolunda attığı her adıma karşı çıkıyordu. Kıbrıslıların Atatürk devrimini izlemesi ve devrimlerin Kıbrıslı Türkler arasında ilgi görmesini engellemenin yollarını aradılar. Öte yandan Kıbrıslı Türklerin Atatürk devrimlerine bağlılığı Rumları da çileden çıkarıyordu. Şapka devriminin Kıbrıslı Türkler arasında yayılmasını önlemek üzere ingiliz sömürge yönetimi şapka giyen resmi görevlileri sürgün etmeye başladı. KKTC’nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı olacak Rauf Denktaş’ın babası hâkim Raif Bey de şapka giydiği için Baf bölgesine sürgün edilenler arasındaydı.
Kıbrıs, II. Dünya Savaşı’nda İngiltere’nin askeri üssü olarak kullanıldı. Savaş sonunda ingiltere ve Yunanistan kazanan tarafta yer aldıklarından 1947 yılında “On iki Ada” İtalyanlardan alınıp Yunanistan’a verildi. Sovyet Rusya tehdidine karşı ABD’nin desteğine ihtiyaç duyan Türkiye, bu karara tepki veremedi. Bu gelişme, Kıbrıs adasındaki Rumların Ortodoks Kilisesi’nin de desteğiyle “Enosis” (Yunanistan ile bütünleşme) girişimlerini hızlandırdı. Makarios, Kıbrıs’taki Ortodoks Rum Kilisesi’ne başpiskopos seçildi. 1955 yılında, bir asker olan Grivas’ın önderliğinde, bir terör örgütü olan EOKA kuruldu. Örgütün amacı Kıbrıs Adasındaki Türkleri yok ederek Kıbrıs’ın Yunanistan’a “ilhaki’nı yani Enosis’i (Kıbrıs’ın Yunanistan’la bütünleşmesini) gerçekleştirmekti. Makarios ve Grivas’ın amacı, Yunanistan’ın “Megali idea”sına (Yunanistan’ın geçmişte kendisine ait olduğunu savladığı Anadolu’nun büyük bir bölümünü ele geçirme planı) hizmet etmekti.
II. Dünya Savaşı sonrasında ingiltere, pek çok sömürgesinden ve Kıbrıs’tan çekilmek zorunda kaldı. Ancak adadaki askeri üslerinden vazgeçmek istemeyen ingiltere, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin garantörlüğünde, Türk ve Yunan askerlerinin fiili güvencesiyle adada “denge sağlanmasının amaçlandığı”, bir formülü uygulamaya koydu. Yani Kıbrıs görünürde bağımsız olsa da, aslında “garantiler” altında tutulan özel bir statüye sahip olacaktı.
Zürih ve Londra Antlaşmaları

1958 yılı Kıbrıs’ta yoğun tedhiş olaylarının meydana geldiği bir yıl oldu. EOKA, bu yılın yalnızca Temmuz ayında 48 Türkü öldürmüştü. Hiçbir girişim, adadaki gerginliği ortadan kaldıramıyordu. EOKA’nın tedhiş faaliyetlerinin bütün dünyada nefret uyandırdığını gören Yunanistan, üçlü görüşmelerin başlaması için çaba gösterdi. Türkiye Dışişleri Bakanı Fatih Rüştü Zorlu ile Yunanistan Dışişleri Bakanı Averof arasında yapılan görüşmelerden sonra 19 Ocak 1959’da iki bakan Paris’te Kıbrıs’la ilgili olarak yapılacak antlaşmanın ana hatlarını saptadılar. Daha sonra Türkiye Başbakanı Adnan Menderes ile Yunanistan Başbakanı Konstantin Karamanlis, 6 Şubat 1959’da Zürih’te buluşarak, 11 Şubat’ta mutabakata vardılar. Zürih’te iki Başbakanın aldıkları kararlar, 17 Şubat 1959’da Londra’da Türkiye-ingiltere ve Yunanistan Dışişleri Bakanları tarafından imzalandı. Böylelikle Türklerle Rumların bir arada yaşayacakları “Kıbrıs Cumhuriyeti” kurulmuş oldu. Zürih ve Londra antlaşmaları, ingiltere’yi memnun etmişti. Çünkü askeri üs bölgeleri ingiltere toprağı sayılıyordu. Türkiye için ise bu antlaşma ile Kıbrıs üzerindeki haklarının uluslararası alanda kabul edilmiş olması büyük önem taşıyordu. 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan, Türkiye ve ingiltere arasında imzalanan “Garanti Antlaşmasıyla Kıbrıs’taki Türk ve Rum toplulukları arasındaki denge garanti altına alındı.

Rum toplum lideri Başkiskopos Makarios Kıbrıs Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanlığına, Türk lideri Dr. Fazıl Küçük de cumhurbaşkanlığı yardımcılığına getirildiler. Ancak Başpiskopos Makarios’un kışkırtıcı davranışları ve demeçleri, Rum tarafının bu antlaşmalara riayet etmeyeceklerini daha o günlerde göstermişti. Hatta 24 Eylül 1961’de yaptığı bir konuşmasında Makarios, ada Türklerine karşı cihat ilan etti. 1963 yılında Rumların Türklere karşı giriştikleri saldırılarda 200’den fazla şehit verildi. Türkiye Başbakanı ismet inönü, Türk Hava Kuvvetleri’ne Rum saldırılarını durdurma emri verdi. 60’tan fazla Türk uçağının Rum mevzilerini bombalamasıyla Rumlar vahşetlerini durdurmak zorunda kaldılar. Ancak Makarios, 1 Ocak 1964’te garanti anlaşmasını tek taraflı fes ettiğini açıklayarak saldırıları yeniden başlattı. Duruma el koyan Birleşmiş Milletler, 4 Mart 1965’te aldığı bir kararla adaya acilen bir “Barış Gücü” gönderdi ve çatışmalar geçici olarak durduruldu.
1967 Nisan’ında Yunanlıların adaya 20 bin asker çıkarması, yeni bir krize yol açtı. Türkiye bir ültimatomla askerlerin derhal adadan çekilmesini istedi. Konuyu görüşmek üzere Yunanistan Başbakanı Kolias ile Türkiye Başbakanı Süleyman Demirel’in Keşan’da buluşmaları da bir netice vermedi. Bunun üzerine Türk donanması denize açıldı ve çıkarma yapılacağı sırada Yunanistan ültimatomu kabul ettiğini bildirdi. Gerek Kıbrıs Türkleri ve gerekse Türkiye’nin Rumların bitmek bilmeyen oyunlarından bıktığı bir zamanda, sorunu kökünden çözmek ve yeni tedbirler almak üzere 28 Aralık 1967’de “Geçici Türk Yönetimi”nin kurulduğu ilan edildi. “Geçici Türk Yönetimi”nin başkanlığına Dr. Fazıl Küçük, Başkan Yardımcılığına ise Rauf Denktaş getirildi.
Dini ve siyasi lider Makarios’un uyguladığı bütün politikalar, Kıbrıs’taki Türkleri sindirmeye yönelikti. Çeşitli politik oyunlarla Türklerin toprakları ellerinden alınmış ve Türkler başka ülkelere göç etmeye sevk edilip, zorlanmışlardı. Öte yandan Kıbrıs’taki Rumlar arasında da iktidar kavgası ve anlaşmazlıklar tırmanmaktaydı. EOKA ile Makarios’un arasındaki anlaşmazlıklar iyice tırmanmıştı. Atina cuntası ile de Makarios’un arası gün geçtikçe açılıyordu. Hatta Makarios, Atina’ya bir nota vererek adadaki bütün Yunan subaylarının geri çekilmesini bile istemişti. Makarios’un gözü sadece Ada’da değil, aynı zamanda Atina’daydı da.

Akritas Planı (21 Nisan 1966)
Plan, 21 Nisan 1966’da yayınlandı. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yetkilileri (Çalışma Bakanı Tasos Papadopulos, Meclis Başkanı Glafkof Klerides ) ve EOKA’cılar “Akritas” adlı bir teşkilat kurup, tüm Kıbrıs’ı ele geçirmek üzere bir plan yaptılar. Plana göre, Türklerin isyan ettiği ve Hükümetin tedbir aldığı söylenerek Rumların Türklere saldırıları meşruiyet kazanacak ve yapılacak etnik temizliğin üzeri örtülecekti. Bir mücadele planından çok bir jenosit (ırk, din, dil ve kültür gibi belli özelliklere sâhip toplulukların veya grupların açık biçimde yok edilmesi) planı olarak Akritas Planı, 1960’tan itibaren uygulanmaya başlanmıştır. Bu plan, Kıbrıs Türklerine karşı girişilen tedhiş, terör ve katliamların yoğunlaşmaya başladığı 1963 olaylarının da temelini oluşturmuştur. Akritas Planı’yla, insanlık dışı metot ve baskı yöntemleri kullanılmak suretiyle bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetini yıkmak, Türk toplumunu Yunan esareti altına sokmak ve Enosis’e ulaşmak amaçlanmıştı.

Kıbrıs Türklerini yok ederek Enosis’e ulaşmak amacıyla hazırlanan Akritas Planı’nın ana maddeleri şöyleydi:
- Türklere haklarını vermemek,
- Rumların Kıbrıs’ın hâkimi olduğu gerekçesiyle idari baskılar yardımıyla da Türk toplumunu taciz etmek,
- Kıbrıslı Türk yetkililerin dış dünya ile temasını kesmek,
- Türkiye’yi Kıbrıs’a karşı taarruza ve tecavüze hazır, Kıbrıs Rumlarını haksızlığa ve istilaya uğramış bir ülke olarak göstermek,
- Esas hedefin Enosis olduğunu perdeleyen propaganda faaliyetine hız vermek,
- Kıbrıs Türk toplumunu siyasi partiler kanalıyla içten parçalamak için gayret göstermek,
- Kıbrıs Türk toplumu içindeki sıkıntı ve bunalımları, bu toplumun birliğini bozmak için kullanmak,
- Kıbrıs Türklerinin Türkiye’ye olan bağlarını zayıflatmak için her çareye başvurmak,
- Türk toplumunda ekonomik sıkıntıların artmasını sağlamak,
- Kıbrıslı Türklerin kalkınmasını önlemek için ekonomik ambargo gibi çeşitli baskı metotlarına başvurmak,
- Tedhiş, terör ve baskı ile Kıbrıslı Türkleri usandırıp, adadan uzaklaştırmak,
- Türklerin sahip olduğu toprakları satın alarak, onları Kıbrıs’a bağlayan maddi varlıklarından yoksun bırakmak,
- Ve nihayet uygun bir ortamda Enosis’i ilan etmek.
Nikos Sampson İktidarı ve Barış Harekâtının Başlaması
Ocak 1974’te EOKA lideri Grivas’ın ölmesinden sonra terörist Nikos Sampson, kendisini iktidara getirecek, Türkleri adadan temizleyecek ve sonunda Kıbrıs’ı Yunanistan’la birleştirecek politikasını uygulamaya başladı. Nikos Sampson’ın faaliyetleri, Yunanistan’daki askeri cunta tarafından da destekleniyordu. Er ya da geç Kıbrıs ile Yunanistan’ı birleştirmek gayesinde olan Makarios ve Nikos Sampson arasında yaşanan iktidar kavgasının sonunda Nikos Sampson, 15 Temmuz 1974’te Makarios’u devirdi. Makarios canını zor kurtarmıştı. Önce ingiliz üssüne sığındı, sonra da ingiltere’ye kaçtı.
Çok kısa süren iktidarı boyunca binlerce Makarios taraftarını öldüren Nikos Sampson, Türk toplumuna karşı bir jenosit hareketine girişmeye hazırlandığı bir anda, Türk Ordusu’nu karşısında buldu. Bu zamana kadar Kıbrıs’ta yaşananlar, yapılan antlaşmaların ve garantörlük belgesinin ihlali anlamına geliyordu. Bu ihlal karşısında, belgeleri imza eden ülkelerin tek başlarına ya da toplu olarak “müdahale” hakkı doğduğu gerekçesiyle, Türkiye, 20 Temmuz 1974’te Kıbrıs Barış Harekâtı’nı başlattı. “Garantör” bir ülke olarak, Türkiye’nin antlaşmalardan kaynaklanan müdahale hakkı, aslında 1963’te doğmuştu; ancak, Türkiye bu hakkını o yılda kullanmamıştır. Dönemin Türkiye Başbakanı Bülent Ecevit, harekât başlamadan önce bütün diplomatik yolları denemiş, ancak çözüme yönelik olarak garantör devletlerden ingiltere ve Yunanistan hiçbir bir katkıda bulunmamıştı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin çabaları ile 22 Temmuz 1974’te adada ateşkes ilan edildi. 23 Temmuz günü Darbeci Sampson istifa etti, yerine Glafkos Klerides cumhurbaşkanlığına getirildi. Yunanistan’da da Hükümet istifa etti ve Atina Cuntası iktidardan uzaklaştırıldı. 1963’ten beri Paris’te sürgün hayatı yaşayan eski başbakanlardan Karamanlis, 24 Temmuz’da Atina’ya döndü ve yönetimi ele aldı.
Cenevre Görüşmeleri (25 Temmuz 1974)
Türkiye, Yunanistan ve ingiltere Dışişleri Bakanları 25 Temmuz 1974’te Cenevre’de bir araya geldiler. Türkiye Dışişleri Bakanı Turan Güneş, Yunanistan Dışişleri Bakanı Mavros ve İngiltere Dışişleri Bakanı James Callagan, ateşkesin temel hükümlerini saptayan antlaşmayı 30 Temmuz günü geç saatlerde imzaladılar. Bu antlaşma ile Yunanistan, Türkiye’nin Kıbrıs Türk Toplumu’nun haklarıyla ilgili görüşlerini kabul ediyordu. Cenevre Konferansı, 10 Ağustos’ta Türk Toplumu adına Rauf Denktaş ve Rum Toplumu adına da Glafkos Klerides’in katılımıyla başladı. Bu toplantılarda Turan Güneş, Kıbrıs’ın %38’ini kapsayacak federe bir Türk yönetimi fikrini savundu. ingiltere ve Yunanistan bu fikri kabule yanaşmayıp Türkiye’yi oyalama yoluna gittiler. Klerides ve Mavros bu öneriyi Hükümetlerine götürecekleri bahanesiyle 32 saat süre istediler. Bu sürenin gerçekte askeri hazırlıklar için zaman kazanmak amacıyla istendiğini anlayan Turan Güneş, 13 Ağustos akşamı konferansı terk ederek, Ankara’ya o ünlü mesajı verdi: “Ayşe Tatile Çıkabilir”.
Türk Silahlı Kuvvetleri, 13 Ağustos günü geç saatlerde yaptığı başarılı harekâtın ardından 16 Ağustos sabahı Magosa’ya girdi. I. Kıbrıs Barış Harekâtinda ele geçirilen alan 130 km2 iken II. Harekâtta bu alan 4000 km2’ye ulaştı. Harekât, Birleşmiş Milletlerin girişimiyle 16 Ağustos günü ateşkes ilan edilmesinden sonra durduruldu.
Kıbrıs Federe Türk Devleti (13 Şubat 1975)
II. Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra başlayan ikili görüşmeler olumsuz bir şekilde devam etti ve kesildi. Görüşmelerin giderek bir çıkmaza girdiğini, özellikle güneydeki Türk göçmenler ve coğrafi federasyon konusunda hiçbir ilerleme sağlanmadığını gören Türk Yönetimi, 13 Şubat 1975’te Kıbrıs Federe Devletinin Türk tarafını oluşturarak “Kıbrıs Federe Türk Devleti”nin kurulduğunu açıkladı. Kıbrıs Federe Türk Devleti’nin ilanı, uluslararası basında geniş yer aldı ve kamuoyu tarafından büyük oranda olumlu karşılandı.
KKTC’nin İlanından Önceki Durum
1975-1983 döneminde Kıbrıs sorunuyla ilgili önemli hiçbir gelişme olmadı. II. Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra toplumlararası görüşmelere 2 Ağustos 1975 tarihine kadar Viyana’da devam edildi. Viyana görüşmelerinde nüfus mübadelesi konusunda anlaşmaya varıldı ve 65 bin Türk’ün güneyden kuzeye göçmeleri sağlandı. Bu arada ABD’nin, Şubat 1975’te Türkiye’ye karşı uygulamaya başladığı silah ambargosu, 26 Ekim 1975 tarihinden itibaren kısmen kaldırıldı. ABD, Türkiye’ye uygulanan silah ambargosunu 1 Ağustos 1978’de tümüyle kaldırdı. Aynı süreçte Türkiye Başbakanı Bülent Ecevit’le Yunan Başbakanı Karamanlis Montreux’da sonuçsuz bir zirve toplantısı yaptılar. 12 Şubat 1977 tarihinde bir araya gelen Denktaş ve Makarios, ünlü ikiler Antlaşması’nı imzaladılar. Bu antlaşmaya göre “Kıbrıs’ta iki toplumlu, iki kesimli bağımsız ve federal bir cumhuriyetin kurulması” esas alınıyordu.
Bu antlaşma daha sonra Denktaş-Kipriyanu antlaşması ile teyit edildi. Ancak sonraki yıllarda gelişen olaylar Rumların bu antlaşmaya da uymadıklarını gözler önüne sermiştir.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin İlanı (15 Kasım 1983)
Tüm bu olumsuz gelişmeler karşısında Türk Toplumu’nun bağımsızlık arzusu hat safhaya ulaşmıştı. Bu sırada Birleşmiş Milletlerin, Toplumlararası Görüşmelerin yeniden başlaması yolundaki istekleri Rum yöneticilerce kabul edilmemiş, Rum Yönetimi Dışişleri Bakanı Rolandis kendi yönetimini protesto ederek istifa etmişti. Rum Toplumu, Enosis hayallerinden vazgeçmemişti. Kıbrıs Türk Toplumu’nun Rumların saldırıları karşısında kesin bir çözüme gitmelerinden, Bağımsız Türk Cumhuriyeti’ni ilan etmelerinden başka çare kalmamıştı.
Türk Toplumu’nun tek ve gerçek temsilcisi olan “Federe Türk Meclisi” 15 Kasım 1983 sabahı Bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurulduğunu (KKTC) ilan etti. Aslında bu karar, 1974’ten bu yana sağlanan hukuki varlığın dünya kamuoyuna resmen ilanından başka bir şey değildi. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanı, Rumların Enosis amaçlarına, Akritas Planı’na, Kıbrıs’ın yürütme ve yargı organlarının Rumlar tarafından gasp edilip Türk Toplumu’nun temel insanlık haklarının açıkça çiğnenmesine ve Rum tarafının Türklere karşı jenosit uygulamasına verilmiş en doğru ve kesin bir cevaptı.

Türkiye ve KKTC’nin İlişkileri
Türkiye Cumhuriyeti, 15 Kasım 1983’te kurulan Bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanıdığını ilan etmiştir. 1990’lı yılların ikinci yarısında Kıbrıs’la ilgili tartışmalar yeniden artmıştır. Bu tartışmalarda KKTC, Kıbrıs’ta federal yapının mümkün olamayacağını, buna karşılık konfederasyon kurulabileceği tezini ileri sürmüştür. Uluslararası toplumda tanınmamasına karşın KKTC’nin Kıbrıs’ın geleceğini belirlemede eşit hak ve statüye sahip olma mücadelesi sürmektedir. BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet çabaları çerçevesinde yürütülmeye çalışılan diyalog süreci, Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Kıbrıs Türklerine eşit statü tanımakta isteksiz davranmaları ve Kıbrıs’ın tek yasal temsilcisi oldukları iddialarıyla sıklıkla kesintiye uğramıştır.
Bu arada Yunanistan ile Kıbrıs Rum Yönetimi, 1994 yılında Ortak Savunma Alanı Doktrini adlı bir belge imzalamıştır. Bu doktrin çerçevesinde Yunanistan, adadaki Türk askeri varlığının 30 binin üstüne çıkarılması halinde buna uygun önlemlerini arttırabilecek ve Kıbrıs Rum Toplumu’na yönelik herhangi bir müdahaleyi savaş nedeni olarak kabul edecektir. Bu belge, Türkiye’nin de Kıbrıs Türk Toplumu ile olan ilişkilerini artırmasını zorunlu kılmıştır.
Kıbrıs Sorunu’nu çözmek üzere Rauf Denktaş, 20 Ocak 1995’te 14 maddelik bir tasarı hazırlayarak Rum tarafını görüşmeye davet etmiştir. Ancak bu teklif, 21 Ocak’ta Klerides tarafından reddedilmiştir. Mayıs 1995 tarihinde iki taraf arasında Londra’da gerçekleştirilen görüşmelerden de bir sonuç alınamamıştır. 1996-1997 yıllarında Kıbrıs sorunuyla ilgili olarak önemli gelişmeler meydana gelmiştir. Bunlar; Kıbrıs’taki sınır gösterileri ve çatışmaları, Yunanistan ve güdümündeki Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY)’nin özellikle 1996 ve 1997yılında gerçekleştirdiği sınır delme eylemleri, yapılan müşterek askeri tatbikatlar, aşırı silahlanma programı kapsamında Rusya’dan tank ve S-300 füzeleri almaları ve Kıbrıs Rum tarafının AB’ye üye olma çabalarıdır.
Rum tarafının adaya füze yerleştirmesi, sınır ihlalleri gibi saldırgan faaliyetlere karşı KKTC ile Türkiye arasında ortak bir bildiri imzalanarak, KKTCye yapılmış bir saldırının Türkiye’ye yapılmış sayılacağı, gerektiğinde Türkiye’nin adada askeri deniz ve hava üsleri kurabileceği belirtilmiştir. Benzer bir karar da TBMM’nin Kıbrıs oturumunda alınmıştır.
Kıbrıs ve AB ile İlgili Gelişmeler
Rumlar, AB’ye girmek için ilk başvurularını 1990 yılında yaptılar. Türkiye’nin itirazına karşın üyelik süreci hız kazandı. Türkiye’nin Kıbrıs Rum Yönetimi’nin AB’ye alınmasına itirazının temelinde, bu başvurunun 1960 Londra ve Zürih antlaşmalarına aykırı olduğu gerçeği yatmaktadır. Gerçekten de Londra ve Zürih antlaşmalarında Kıbrıs Devleti’nin Türkiye ile Yunanistan’ın birlikte üye olmadıkları hiçbir uluslar arası kuruluşa üye olamayacağı açık bir şekilde hükme bağlanmıştır. Bir başka deyişle, Kıbrıs Devleti Türkiye ve Yunanistan’ın onayı olmadan hiçbir uluslar arası kuruluşa giremez, hiçbir anlaşmaya imza atamaz. Ancak 2004 yılında AB’nin üyeliğe kabul ettiği 10 yeni devlet arasında Kıbrıs Cumhuriyeti de vardır. AB üyeliği, Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs konusundaki dengeyi Yunanistan lehine bozmuştur. Geçmişte ve günümüzde olduğu gibi AB ve ABD yine Rumların yanında olduklarını göstermişlerdir. Kuşkusuz bu tutumda, Türklerin Müslüman, Rumların Hıristiyan topluluklar olmasının etkisi vardır. Öte yandan Sevr’i yırtan ve Lozan’ı kabul ettiren Türkiye ile Batı’nın hesaplaşmasının Kıbrıs üzerinden sürdürüldüğünü tespit etmek yanlış olmayacaktır.
Kıbrıs Meselesi’nde görüşmeleri yürüten ve konuyla ilgili sorumluluğu uluslararası alanda kabul görmüş olan BM’nin yerini AB almaya başlamıştır. Oysa Yunanistan AB’ye girerken Türkiye ve Kıbrıs ile ilgili hiçbir sorununu AB’ye taşımayacağını taahhüt etmiştir. Ne yazık ki Türkiye bu konuda etkin bir politika izleyememiştir. 29 Temmuz 2005 tarihinde “Ek Protokol” imzalandıktan ve Türkiye’nin de bu protokolü imzalayıp, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanıma anlamına gelmeyeceğini duyurduğu tek taraflı deklarasyonundan sonra yaşanan gelişmeler, AB’nin Kıbrıs Rum Cumhuriyeti ve Yunanistan’ın yanında olduğuna yeni bir kanıt olmuştur. Nitekim 21 Eylül 2005’te AB’nin yayınladığı Karşı- Deklarasyon’da Türkiye’nin yayınladığı Deklarasyonun tek taraflı olduğu, Protokolün parçası olmadığı, AB’nin uluslararası yasalar önünde yalnızca Kıbrıs Cumhuriyetini tanıdığı ve Türkiye’nin tüm AB ülkeleriyle ilişkilerinin en kısa sürede normalleşmesi gerektiği vurgulanmıştır.
Annan Planı
Kıbrıs sorununun çözümü için Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan 2002 yılında bir plan hazırlayarak taraflara sunmuştur. Annan Planı’ndaki birçok hükmün Kıbrıs Türkü’nün aleyhine ve Kıbrıs Rum kesiminin lehine olmasına karşın, Nisan 2004’te KKTC’de yapılan referandum sonunda Kıbrıslı Türklerin çoğunluğu bu plana “evet” dediler. Ancak Kıbrıs Rum Kesimi’nde yapılan referandum sonunda ise Kıbrıslı Rumların çoğunluğu Annan Planına “hayır” dedi. AB, Kıbrıs Türklerinin iyi niyet gösterisi karşılığında ve KKTC’nin Annan Planı’na olumlu oy vermesi halinde “izolasyon’u kaldıracağına dair söz vermiştir. Ancak AB sözünü tutmamış ve KKTC’nin izolasyon sürecini devam ettirmiştir.
Kıbrıs Sorunu Hakkında Değerlendirme
Kıbrıs sorununu adadaki Türklerin başlatmadığı açıktır. Bu sorun, adanın Yunanistan’a ilhakı amacıyla girişimlerde bulunan ve Türklere karşı jenosite varan eylemler örgütleyen Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından başlatılmıştır. Yunanistan da Kıbrıs Rum yönetiminin bu girişimlerini desteklemiştir. Garantör devlet olarak İngiltere adada olup bitenlere seyirci kalmış, sorumluluklarını yerine getirmediği gibi taraflı politikalar takip etmekten de çekinmemiştir.
Gelişmelere bakıldığında AB, ABD ve BM’nin paralellik gösteren Kıbrıs politikası doğrultusunda Türkiye’ye AB üyeliği vermeden Rum egemenliğinde sözde “birleşmiş” bir Kıbrıs yaratılarak, adayı tümüyle Türkiyeden koparmaya yönelik adımlar atıldığı görülmektedir. Özellikle 2005 yılından bu yana, AB’nin Türkiye ile ilgili yayınladığı belgelerde, Türkiye’nin AB bünyesinde Kıbrıs Cumhuriyeti diye tanımlanan Kıbrıs Rum yönetimini tanıması, Türkiye’nin AB üyeliği için bir ön koşul olarak ileri sürülmektedir. Kıbrıs Rum Yönetimi ve KKTC arasında çözülmesi gereken temel birçok sorun varken ve bu sorunlar çözülmeden Kıbrıs Rum Yönetimi’ni tanımak, nereden bakılırsa bakılsın Kıbrıs Türklerinin ve Türkiye’nin aleyhine bir gelişme olacaktır. Bu koşullar altında Türkiye’nin Kıbrıs Rum Yönetimi’ni tanıması KKTCnin yok sayılması, Türk askerinin adadan çekilmesi ve Kıbrıs Türkünün Rumların insafına terk edilmesi anlamına gelmektedir.
Kıbrıs konusu kısa, orta ve uzun vadede Türkiye’nin AB üyeliği önündeki en önemli engellerden birisidir. Gümrük Birliği’nin uygulanması konusunda da AB yükümlülüklerini yerine getirmemektedir. AB, limanlarımızı Güney Kıbrıs’a açmamızı isterken Gümrük Birliği’nin hizmetleri de kapsadığı ilkesine dayanmaktadır. Oysa Türk tırlarına kota uygulayarak aynı ilkeyi kendisi ihlal etmektedir. Söz verildiği halde KKTC (Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti) ile AB arasında direkt ticaret hâlâ başlatılmamıştır. Türk diplomasisinin önünde Gümrük Protokolü’nün gözden geçirilmesi ve kapsamlı bir çözüme ulaşmak amacıyla yoğun bir mesai durmaktadır.
Kıbrıs sorununun çözümü konusunda Türkiye Cumhuriyeti devleti başlangıçtan beri aynı görüşü benimsemiş ve bu görüş etrafında istikrarlı bir biçimde çözüm önerileri getirmiştir. Bu görüş nedir? Türkiye’nin uluslararası antlaşmalardan doğan haklarını ve adada askeri varlığını sürdürmesine olanak veren, iki ayrı devletin varlığını kabul eden bir çözüm. Bir başka deyişle Türkiye ve KKTC, geçmişteki acı olayların tekraryaşanmaması için iki eşit devletin, eşitlik temelinde oluşturacağı bir federasyondan, Londra ve Zürih Anlaşmaları’nda öngörülen Türkiye’nin etkin garantörlüğünden yanadır. Rum toplumu da bugün bu görüşe yakın bir duruş sergilemekte ancak henüz dünya kamuoyu önünde bu görüşü benimsediğini ilan etmemektedir. Gelişmeler ışığında Lefkoşa’da sürdürülen müzakerelerin başarıya ulaşma şansının çok kuvvetli olmadığı görülmektedir. Türk tarafı, KKTC halkının 24 Nisan 2004’te kabul ettiği, fakat Rumlar tarafından reddedilen Annan Planı’nı bir model olarak görmekte, ancak bu plandaki bazı düzenlemelerin ve bu arada toprak düzenlemelerinin de kendi lehlerine değiştirilmesini beklemektedir. Rum tarafı ise Annan Planı’nı bir müzakere esası olarak kabul etmemekte, planın genel yaklaşımıyla çelişen öneriler ileri sürmektedir. Rumlar özellikle müzakerelerin daha ileri bir aşamasında ele alınacak olan Garanti Antlaşması konusunda uzlaşmaz bir tutum sergilemektedir.
Öte yandan, Kıbrıs Sorunu’nun son raunduna gelindiğini ve Hristofias ile Talat’ın da bu işi çözememeleri durumunda “Ayrılığın Kaçınılmaz” olduğunu savunan fikirler bulunmaktadır. Bu fikirlere rağmen bugün hâlâ ikili görüşmeler devam etmektedir ve KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, kaldığı yerden diyalogu kararlılıkla sürdürmektedir. Ancak görüşmeler için öngörülen süre de daralmaktadır.
“Kıbrıs sorunun nihai çözümü ya iki eşit egemen devlet arasında, Türk-Yunan garantisine dayalı Çek-Slovak misali bir ortaklık ya da Rum idaresinin KKTC üzerinde herhangi bir nüfuzunun olmadığının tescili ve KKTCnin tanınmasıdır”diyen görüşler ise ağırlıktadır.
Kaynakça:
- Reşat Akar, Atatürkçü Kıbrıs Türkleri, İstanbul, 1981.
- Kıbrıs’ın Tarihi Gelişimi ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Ankara, 1984.
- Suna Kili, Atatürk Devrimi Bir Çağdaşlaşma Modeli, İstanbul, 2006.
- Aydın Olgun, Cumhuriyete Baş Kaldıranlar, Ankara, 1997.
- Aydın Olgun, Dünden Bugüne Kıbrıs Sorunu, İstanbul, 1999.
- Atilla Sandıklı, Değişen Dünyada Türkiye’nin Stratejisi, İstanbul, 2008.
- İlter Türkmen, Türkiye’nin Bugünü ve Yarını, İstanbul, 2009.
- Refik Turan, Mustafa Safran, Necdet Hayta, Muhammet Şahin, M. Ali Çakmak, Cengiz Dönmez, Atatürk ilkeleri ve inkılâp Tarihi 2009, Ankara, 2009.